Bir sarı forma ve bir çim biçme makinesi

“Büyük bir futbolcu olmanın bedeli nedir?” diye düşünür Shaqiri. Cevabını ise hayat verir: “Önce çimleri biçeceksin.”

Savaş patlak vermeden önce İsviçre’ye gitti ve henüz 4 yaşındaydı. Shaqiri ailesi için artık ne geri dönmek kolaydı, ne yakınlardan haber alabilmek, ne de onlara bir şeyler gönderebilmek. Üstelik yabancı bir ülkeye göç etmişken ve elinizdeki ile kıt kanaat geçiniyorken.

Tüm bu zorlukların içinde 7 yaşına girmek üzere olan bir çocuğu mutlu etmek ise sarı bir formaya bağlıydı.

“Doğum günüme 3 ay vardı. Tek istediğim “orijinal” Ronaldo’nun 1998 Dünya Kupası’ndaki 9 numaralı sarı formasıydı. Anneme günlerce yalvardım. Ve nihayet o gün geldiğinde annem elinde bir kutuyla bekliyordu.”

Gerçek milli takım forması değildi elbette; ama Xherdan Shaqiri için bunun hiç önemi olmadı. Arkasında 9 yazıyordu, sarıydı ve Ronaldo’nun ismi vardı. Bugün Liverpool formasını giyen Xhaqiri’nin hikayesi böyle başladı.

“Nereden geldiğini unutma”

3 erkek çocuğunu da futbola teşvik eden baba Isen Shaqiri, SV Augst’a yazdırdığı oğullarına her maç öncesi hatırlatıyordu: “Nereden geldiğinizi unutmayın.”

Çocuklar Basel’in altyapısına geçtiğinde ondan mutlusu olmamıştır belki de. Üçü de yetenekli, üçü de genç takımlarla turnuvalara ve kamplara gidiyor. Ama hayat bu işte, ucu illa ki paraya çıkıyor.

İspanya’daki bir kampa gitmeleri gerektiğinde, futbol hayatlarının henüz başında olan gençlere en büyük desteği veren babaları önlerine dikilmek zorunda kalıyor: “Bu kadarını ödeyemeyiz artık.”

Peki, bu Xherdan ve kardeşleri için bir engel mi? Elbette; ama aşılmayacak cinsten değil. Bir yandan kardeşleri çalışmaya başlarken o sıra 16 yaşında olan Xherdan ise soluğu mahalledeki evlerin bahçesinde alıyor. İspanya hayallerinin parasını çim biçerek kazanıyor.

2 sene sonra İspanya Milli Takımı’na karşı 2010 Dünya Kupası’nda forma giyeceğinden bihaber. Basel’den çıkan en büyük yeteneklerden biri olacağından bihaber.

“Kanat istiyorsan önce bekleyeceksin”

Ufak kelime şakaları kimseyi öldürmez. En nihayetinde anlatılmak istenen hikaye bu cümlede saklı.

2009-10 İsviçre Süper Ligi’nin son günü. Gol farkıyla lider Basel, ikinci sıradaki Young Boys ile karşı karşıya. Beraberlik Basel’e şampiyonluğu getiriyor. Young Boys için ise 24 yıl sonra şampiyonluğa giden tek yol mutlak galibiyetten geçiyor. Takımın başında da şu an İsviçre’yi çalıştıran Vladimir Petkovic var.

Young Boys’ta 32 lig maçında 30 gol atmış, o sıralar “Geleceğin Drogba’sı” olarak görülen Seydou Doumbia var. Ve onu durdurmak o zamanlar için neredeyse imkansız gibi görünürken 18 yaşındaki bir sol bek oyuncusu herkesi yanıltmayı başardı. Maça sağ kanatta başlayan ve ilk yarıda tek bir şans dahi bulamayan Doumbia’nın karşısında Xherdan Shaqiri vardı. Doumbia ikinci yarıda Regazzoni’nin kanadına geçmek zorunda kaldı. 

Basel 2-0 kazandı. Shaqiri, A takımdaki ilk sezonunu şampiyonlukla noktaladı.

Sol bek olarak başladığı kariyerinde Shaqiri’nin esas isteği hücumda oynamak, gol katkısı yapmaktı. Bek oynadığı dönemde sürekli hücuma çıkıyor ve bu yüzden defans hattındaki arkadaşlarının isyanına yol açıyordu: “Geri dön ve savunma yap!”

Neyseki sol bek macerası fazla uzun sürmedi ve soluğu sağ kanatta aldı.

“Onu motive edin, sizin için uçsun”

Shaqiri’nin Basel’deki ilk sezonunda takımın başında Thorsten Fink vardı. Fink, Shaqiri’den en iyi verimi alabilmenin onu motive etmekten geçtiğini fark eden ilk hocalardan biriydi belki de. Fink, Bleacher Report’a verdiği röportajda şöyle söylüyor:

“Ona çok güvenen bir teknik direktöre ihtiyacı var. Öyle olduğunda Shaqiri size maç kazandırır. Birçok futbolcuyu büyük maçlarda göremezsiniz. Shaqiri ise özellikle büyük maçları çok sever. Bazı oyuncuları arkadan itmeniz gerekir ama faydası olmaz. Eğer Shaqiri’yi motive ederseniz o sizin için uçar.”

Shaqiri’ye hangi pozisyonda görev verirse versin çok iyi bir performans sergilediğini de belirten Fink, onun hücum aşkını şu şekilde anlatıyor:

“Shaqiri her pozisyonda oynayabilir. Onu sol bekte oynattığımda harikaydı. Sağ kanatta oynattığımda çok iyiydi. 10 numara pozisyonunda da oynayabiliyor. Başlarda onun, gördüğüm en iyi sol bek oyuncusu olduğunu düşündüm. Ama Shaqiri sol bek olmayı hiç istemedi.” 

Guardiola ve karanlık günler

Basel’de geçirdiği 3 sezonun hepsinde lig şampiyonluğu tadan ve 2 kez İsviçre’de Yılın Futbolcusu seçilen Shaqiri, 2012’de Bayern Münih’e imza attı ve hem Jupp Heynckes’in devamlı tercih ettiği bir oyuncu oldu, hem de taraftarların sevdiği bir isim haline geldi.

İlk sezonunda 8 gol atıp 13 asist yaptı. Hiç de fena bir başlangıç değil, değil mi?

Guardiola’ya göre değil.

Pep Guardiola 2013-14 sezonunda Bayern Münih’in başına geldiğinde birçok şeyin değişeceği çok belliydi. Bunların en başında ise oyun anlayışı geliyordu.

2014’te Bild gazetesinde yer alan habere göre ise Guardiola, Shaqiri’nin bu oyun anlayışına uyum sağlayacak kadar zeki olmadığına kanaat getirmişti. Robben ve Ribbery’den sonra Müller ve Alcantara ile yarışmak zorunda kalan Shaqiri için yedek kulübesinin yolu göründü. Sonrasında ise Inter ve Stoke City.

Üniversitedeki profesörünüzün dersinden geçemediğinizi varsayın. Siz her şey iyi gidiyor zannederken aslında yeterli olmadığınızı öğrenin. Üstelik bu dersi anlayacak zekanızın olmadığı söylensin. Shaqiri için de durum hemen hemen aynıydı. Heynckes ona ne kadar güven duymuşsa Guardiola da ona bir o kadar güvenmemişti. Kendisine inanan bir lider olmayınca Shaqiri de yolunu kaybetti. Inter’de Roberto Mancini’nin de gözüne giremedi ve kendini Stoke City’de buldu.

“Karanlıklar içinden gün doğar ya aniden” dedikleri bu olsa gerek. Stoke City’nin Premier Lig’e veda ediş sezonu, Shaqiri’nin Basel günlerinden sonraki en iyi sezonuydu. Takımı ligi 19. sırada bitirirken 36 maçta forma giyen Shaqiri 8 gol 7 asist yapmıştı. Üstelik Opta verilerine göre son sezonunda takımının kaydettiği 35 golün %43’üne katkı sağlayan da oydu.

Diriliş

2018 yazında Liverpool’a imza attığında, Bayern Münih’e transfer olduğu yaşta değildi artık. Ne enteresan değil mi? Büyük bir takımdan alt sıralardaki bir takıma transfer olan bir futbolcunun takımının küme düştüğü sezonda yeniden büyük bir takıma gitmesi pek eşine rastlanır bir örnek değil. Shaqiri’nin hikayesini özel kılan da bu zaten. Kısa boyu, kalın fiziği, devasa baldırları değil.

Liverpool’da da her şey onun için toz pembe olmadı, malum. 2018-19 sezonunu 97 puanla ikinci sırada tamamlayan ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Liverpool ile 30 maça çıkan Shaqiri 6 gol atıp 5 de asist yaptı. 37 lig maçında yalnızca 11 kez ilk 11’de oynayan Shaqiri, 13 kez kulübede bekledi. Yarıştığı isimler belliydi, ancak Bayern Münih’te olduğu gibi ‘vazgeçilmiş’ değildi. Fink’in belirttiği üzere kendisine güvendiğini hissettiren bir teknik direktör ile çalışıyordu…Yeniden.

2019-20 sezonuna gelindiğinde ise Shaqiri’nin ismi özellikle son dönemde daha sık telaffuz edilmeye başlandı. Liverpool’un yoğun fikstürü sebebiyle sık sık kadro rotasyonuna giden Klopp’un başını kulübeye çevirdiğinde formayı ilk uzattığı isimlerin başında da o geliyor. Shaqiri de kendine uzatılan eli geri çevirmeyerek her fırsat bulduğunda kendini göstermeyi biliyor. Üstelik Klopp ile çok iyi anlaştığını belirterek bir keresinde şöyle söylemişti: “Bana karşı açık olan insanları severim. Klopp’un üzerimde öyle bir etkisi var ki bu adam için şampiyonluğu alalım istiyorum.”

Shaqiri’nin inişli çıkışlı, ‘tersine’ yükselen kariyeri ve hikayesi ise şunu gösteriyor:

Kullanmasını bilene görev adamı, bilmeyene kalın bir et parçası.

Manchester United’ı kurtaran köpek

Manchester United’ın dünyanın en büyük kulüpleri arasına girmesini ve bu günlere gelmesini sağlayan şeyin, fotoğraftaki St. Bernard cinsi köpeğin olması muazzam bir detay. Nasıl mı?

Bildiğiniz gibi kulübün ilk ismi Newton Heath LYR, renkleri de sarı-yeşil. 20’nci yüzyılın başlarında kulüp finansal problemlerle boğuşuyor ve iflasın eşiğine geliyor. O dönem top oynadıkları Bank Street sahasına da kilit vuruluyor.

Takım kaptanı Harry Stafford, aynı zamanda M.United tarihinin ilk kaptanı, kulübe gereken parayı toplamayı kendine görev ediniyor ve köpeği Major’un boynuna astığı para kutusu ile birlikte taraftardan yardım toplamaya başlıyor. Major, aynı zamanda kulübün maskotu.

Bu yöntem işe yaramayınca şehir merkezinde kermes türü bir şey kuruluyor ve yine kaptan Stafford önderliğinde yardım toplanmaya başlanıyor. Bir yandan da Major, şehrin sokaklarında dolaşıp para toplamaya gönderiliyor ve bu esnada kayboluyor.

Major kaybolunca, sahibi Harry onu aramaya çıkıyor ve nihayet bir bar duvarında kayıp köpek ilanı görüp buluyor. Barın sahibi, köpeği kızına hediye etmek istediğini söyleyince Stafford, Major’u bar sahibine kulübe bağış yapması şartıyla veriyor.

Stafford, bar sahibi John Henry Davies ve 3 iş adamı daha, birlikte yaptıkları yardımlarla kulübü 2,670 sterlinlik borçtan kurtarıyor. Davies, kulübün ismini Manchester United, renklerini de kırmızı-beyaz olarak değiştiriyor.

Kaderin cilvesi işte. Takımı bu şanlı günlerine Sir Bobby Charlton, George Best ya da Sir Alex Ferguson getirmiş olabilir; ama Manchester United bugün varsa, Major sayesinde var.

Manchester United – Manchester City: Bir derbi, şehir yaratır mı?

Manchester denince aklınıza pamuk fabrikaları, limanlar, demiryolları ya da Beetham Kulesi geliyorsa, yanlış yerdesiniz.

Manchester takımları arasındaki rekabetin perde arkasına gitmek için öncelikle Sanayi Devrimi’ne uzanmamız gerek. Devrim, 19. yüzyılın ortalarında Manchester’a büyük bir dönüşüm yaşattı. Halk, daha çok boş zamana sahip olduğu için eğlenceli vakit geçirebileceği aktiviteler arıyordu. Pub’lara gidip eğleniyorlar, para karşılığı dövüşüyorlar ya da yürüyüş ve koşu yarışları yapıyorlardı. Parayı kumara ya da alkole yatıran da çoktu. Bu tarz aktivitelerden kaçınan muhafazakar veya orta sınıf kesime spor, daha cazip geliyordu.

Spor müsabakalarını izlemek için para ödeyen insan sayısı arttıkça sporun da gelişimi aynı oranda artmaya başladı. Belli bir dönem yoğun ilgi gören rugby, 20. yüzyılın sonlarına doğru tahtını futbola devredecek ve bir daha Manchester denilince akla ilk gelen o olmayacaktı.

Şehrin önde gelen 2 futbol takımı, isimlerini değiştirmeye karar verdiği an rekabetin ilk sinyalleri verilmişti aslında. İlk adımı atan ise St. Marks, ya da West Gordon, oldu ve 1894’te Manchester City adını aldı. 1902’de ise Newton Heath, Manchester United oldu. Değişiklikten anlaşılacağı üzere her ikisi de koca bir şehri temsil etmek istediğini açıkça belli ediyordu.

İki ekip arasında geçen ilk derbi, isimlerini değiştirmeden önce 1881’de oynanmıştı. Renkleri dahi kırmızıya karşı mavi değil; sarıya karşı siyahtı. United, o günkü adıyla Newton Heath, maçı 3-0 kazanmıştı ancak o zamanlar büyük bir coşkuyla kutlanmamış, şehrin iki takımının sıradan bir maçı gözüyle izlenmişti.

Manchester City’nin Manchester United’ı yarattığı gün: 1905 Rüşvet skandalı

Ezeli rekabetin başladığı yıllar ise 1888 – 1893 yıllarında başarılar elde eden Manchester United, yerel ligdeki gücünü iyiden iyiye hissettirmeye başladığı zaman ortaya çıktı.

City, bu ilerleyişe, 1904’te FA Cup’ı elde ederek karşılık vermişti. Ancak United’ın intikamı acı olacaktı. 1906’da First Division’da oynanan ilk derbiyi, o zamanlar daha büyük bir kulüp olarak görünen City, 3-0 kazandı. Bu galibiyeti felaketler silsilesi izledi. City’li futbolcular rüşvet skandalına karışmış, takımın 17 futbolcusuna bir daha Manchester City’de oynamama cezası gelmişti. Bu işin ise tek bir kazananı vardı: Manchester United. City’den aldığı Billy Meredith, Sandy Turnbul, Herbert Burgess ve Jimmy Bannister ile Manchester United, 1908’de ilk kez First Division şampiyonu oldu.

O zamandan İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar iki takım oyuncular, birlik ve beraberlik ruhunu hissettirmek için birbirlerinin takımlarında oynuyor, derbinin rekabet atmosferi bir nebze olsun azalıyordu. United, o zamanlar City’ye göre daha büyük sıkıntılar çekiyordu. 1908’de aldığı lig şampiyonluğunun üzerinden neredeyse 36-37 sene geçmişti ve bu sürede yalnızca 1 kez FA Cup kazanabilmişlerdi. City ise 1934’te ikinci kupasını almıştı. United, o kadar fakirleşmişti ki 1937’de gaz ve elektriği kesilmiş, kulüp çalışanlarına yemek parası dahi vermekte zorlanmışlardı. Savaştan sonra ise büyük bir yükselişe geçen Kırmızılar, takımın başına Matt Busby’yi getirmiş, çok yetenekli futbolculardan oluşan bir kadro kurmuş ve 1956 ve 1957’de üst üste iki lig şampiyonluğu kazanmıştı. Fakat United için yeni bir felaket daha kapının ardında bekliyordu.

Faciadan doğan şöhret

İki takımın da tarihçesi oldukça uzun. Bu yüzden bazı kilit noktalara değinerek gidelim. Manchester United’ı şehrin en çok tanınan kulübü yapan şey, elbette ki başarılarıydı. Ama bu popülariteyi başlatan ilk olay, bazı tarihçilere göre futbol tarihinin en trajik kazalarından biriydi: 1958 Münih faciası.

6 Şubat 1958’de, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda Kızılyıldız ile deplasmanda karşılaşan United kafilesini taşıyan uçak, Belgrad’dan havalandıktan sonra yakıt almak için Münih’e inmişti. Yoğun kar yağışı altında kalkış yapmak isteyen uçak, ilk iki denemesinde başarısız olmuş, üçüncü denemesinde ise yeterli hıza ulaşamayarak, havalimanını çevreleyen bariyerlere çarpmıştı. 23 kişinin öldüğü kazada, dönemin en iyi futbol takımları arasında gösterilen “Busby’nin bebekleri”nden 8 futbolcu, yaşamını yitirmişti. Hem de İngiltere’nin ilk Avrupa kupası kazanacak kulübü olmaya çok yaklaşmışken.

Bu kaza tüm dünyada şok etkisi yaratmış, bazı yazarların iddiasına göre Manchester United’ın küresel anlamda büyük bir taraftar kitlesine ulaşmasına da sebep olmuştu. Ancak 70 ve 80’lerdeki holiganizm akımı sebebiye bu facia, taraftarların birbirine hakaret ettiği zaman kullandığı bir çeşit dalga konusu haline bile gelmişti.

29 Mayıs 1968’de, kazadan 10 yıl sonra Avrupa Kupası hayalini gerçekleştiren United, ilerleyen televizyon teknolojisi ve İngiltere’nin 1966 Dünya Kupası şampiyonluğunun da şöhretine şöhret katmıştı.

Bundan sonra neler mi oldu? İngilizlerin bir lafı var ya hani: “The rest is history.” diye. İşte, United için gerisi Fergie.

“Gürültücü komşular”

Rekabetin iyice kızıştığı ve artık kavga gürültünün koptuğu derbilere gelelim. Aralık 1970’te United efsanesi George Best’in, Cityli Glyn Pardoe ile girdiği mücadelede rakibinin bacağını kırdı. Bu olaydan sonra Pardoe, tüm bacağını kaybetme riski ile karşı karşıya kalmıştı.1973-74 sezonunda 0-0 berabere bitecek olan maçta Unitedlı Lou Macari ve Cityli Mike Doyle, kırmızı kart görmüş ancak sahayı terk etmeyi reddetmişti. Hakem, oyuncular sahayı terk edene kadar takımları soyunma odasına göndermek zorunda kalmıştı. Derbide çıtayı arşa çıkaran olay ise Manchester United tarihinin efsane golcülerinden Denis Law’ın, City forması ile eski takımına karşı son dakikalarda topuk golü atmasıydı. United, mutlaka kazanması gereken maçı kaybetmiş, düşme hattındaki rakipleri ise puan kaybetmemişti ve küme düşmüştü. Denis Law, bu maçın ardından futbolu bıraktı.

Manchester United, Sir Alex Ferguson ile kupa avcılığına devam ederken Manchester City, bir ileri bir geri gidiyor, rekabetten uzakta yolunu bulmaya çalışıyordu. 1995-96 yıllarından 2002 sezonun kadar Birinci Lig’de olan City, 2002’de Premier Lig’e döndüğünde ne Manchester United ne de diğerleri bıraktığı gibi değildi.

Son 8 sezonun üst üste kazananı Manchester United karşısına çıkan City’nin lige geri dönüşü pek hoş karşılanmamıştı. 2003’teki karşılaşmada City ve United taraftarı, maçı aynı tribünen izlese de aralarında geniş ve kalabalık bir polis barikatı vardı.

O esnada Olimpiyatlar’a 3 kez başvuran ancak kazanamayan Manchester şehri, İngiliz Milletler Topluluğu Oyunları’na ev sahipliği yapmaya hak kazanmıştı. Ancak Beswick’te yeni bir stadyuma ihtiyaç vardı ve oyunların ardından bu stat, bir takıma verilmeliydi. City, bu stada talip oldu ve yeni bir başlangıca ilk adımını attı. Para havuzu başlangıcına.

Aradan 5 yıl geçti, dünyanın en zengin insanlarından biri olan petrol devi Sheikh Mansour, Manchester City’yi satın aldı. Newcastle United ve Liverpool’u da satın almayı planlıyordu ancak yeni, geliştirilmeye müsait yeni bir stadı olan ve Manchester gibi küresel anlamda bir yerlere gelmiş şehrin takımı City, tam bir yatırım aracıydı. 32 senedir büyük bir başarı elde edemeyen orta sınıf bir takımdan dünyanın en iyi teknik direktör ve futbolcularını peynir ekmek gibi satın alabilen büyük bir kulüp haline geldiler.

İlk kez isimlerine şehrin adını eklediklerinde aralarındaki rekabet şimdiki kadar katı ve gergin değildi. Takımların gelenekleri, tutum ve davranışları yüzyıllar içerisinde değiştiği gibi şehir de çok değişti. Şehir, fabrika ve limanlarıyla meşhurken artık medya şirketleri ve kalabalık gece hayatıyla anılır oldu. Ancak bugün Manchester’ı Manchester yapan, üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan Kırmızı ve Mavi yakaları.

Aynadaki düşmanı yenmek

Atomu parçalamaktan daha zor ne olabilir? Bu sorunun cevabı, ömrünü bu konuya adamış Albert Einstein’dan gelir: Ön yargıları yıkmak.

Hayatını tuttuğu takıma adayanlar için futbolcular geçici, takımlar kalıcıdır. Futbolcular yalnızca görevini yerine getirmek zorunda olan işçilerdir. İyiyse iyi, kötüyse kötüdür bir oyuncu. Bu durumun değişebileceğine inanmak atom parçalamaktan daha zor olmayabilir belki; ama kıyasıya mücadele ederler.

L’Equipe, 2015 yılında sezonun en kötü kadrosunu açıkladığında, henüz 20 yaşındaki Divock Origi’yi doğru düzgün izlememiş olan her insanın kafasında bir düşünce oluştu. Bu düşünce, belli bir zaman dilimi boyunca kırılamayacak ön yargılara dönüştü. Ne zamana kadar mı?

Liverpool, Avrupa’nın 5 büyük liginde, şampiyon olamayan bir takımın topladığı en yüksek puanı toplayarak Premier Lig’de 2. olmuş olabilir. Şampiyon olmak için çıktığı lig serüveninde birbirinden heyecanlı kırılma anları yaşadı, “Bu gol, şampiyonluk golüdür!” diye düşündüren gollerin atıldığı maçlara çıktı. Ama bir tanesi vardı ki, Liverpool taraftarı için o maçı kazanmaktan daha mühim bir şey yoktu şu dünyada…

Hayır, Barcelona maçından çok daha önce. 2 Aralık 2018, Everton maçı.

Liverpool, 90+6’da Origi’nin kafa golüyle sahadan 1-0 galip ayrıldı. Karşılaşmayı seyreden birçok izleyici, “Ne var bu golde, ben de atarım” düşüncesine kapılmış olabilir. İlk bakışta bariz kaleci hatasında Origi’nin kolayca topu ağlarla buluşturduğu düşünülebilir. Ancak Origi için golü attığı ana gelene kadar daha önemli bir şey vardı. 16 ay sonra ilk kez bir Premier Lig maçına çıkmıştı. Hem de ezeli rakip karşısında. Hem de mutlaka kazanılması gereken bir maçta.

84. dakikada, zayıf bir performans gösteren Firmino oyundan alınıp yerine Origi girdiğinde tepki gösteren de çoktu üstelik. Ancak kaleci Pickford’un topa dokunacağı son ana kadar takipte kalıp topu ağlarla buluşturmak, ekrandan göründüğü kadar kolay bir şey değil. İşte yukarıdaki sorunun cevabı da bu. Firmino – Origi değişikliği, ön yargıların çevresindeki duvarlarda çatlaklar oluşturan ilk hamleydi.

Arkası gelmez dertlerimin…

2014’te Liverpool’a geldikten sonra Lille’e kiralık olarak geri gönderildiğinde takıma bir şeyler vadedebileceği düşünülmüştü. Bir gözü Anfield’da olan Origi, daha da parlaması gereken Ligue 1’de ışığını yitirmiş ve 2015’in Mart ayında spor dünyasının öncü gazetesi L’Equipe tarafından ilk sezonunda yılın en kötü takımına seçilmişti.

İngiltere’ye geri döndüğünde büyük soru işaretlerini de beraberinde getirmişti. 12 milyon euro çöp mü olmuştu? Yeni teknik direktör Jürgen Klopp, bu şüphe tufanının ortasında Origi’ye olan beğenisini, Dortmund’dayken onu takıma transfer etmek istediğini ifade ederek biraz olsun olumsuz havayı dağıtmıştı. Şu an seyrettiğimiz Origi’nin ilk sinyallerini de yine o dönemde Southampton’a karşı alınan 6-1’lik galibiyette hat-trick yaparak vermişti. Rusya karşısında son dakikalarda Belçika’yı 2014 Dünya Kupası’nın son 16 turuna taşıyan golü attığında da yavaş yavaş işler yoluna girecek gibi görünüyordu. Üstelik bu gol, kendisini Belçika’nın en genç golcüsü yapmıştı. Hatta Belçika’da bir yavru yunusa da onun adını verdiler. Ne yazık ki yunus, birkaç gün sonra öldü.

Sonrasında Evertonlu Funes Mori, Origi’yi sakatlayacak ve 15-16 sezonu Origi için sağlık problemleriyle geçecekti. Bu esnada Origi, yalnızca sağlığından değil, özgüveninden de olacaktı.

2017’de Wolfsburg’a kiralık olarak gönderildiğinde beklentiler tamamen tükenmiş değildi. Almanya’da çıktığı 36 maçta yalnızca 7 gol atması, Anfield ile arasında iplerin kopma noktasına gelmesine sebep olmuştu. Geri döndüğünde Origi’nin adı Türkiye’deki futbol takımlarıyla anılmaya başlamıştı bile… Klasik.

“Oyuna her şeyini verirsen, oyun da sana bir şeyler verir”

Origi’ye inanan 2 kişi kalmıştı kala kala. Bir kendisi, bir de Jürgen Klopp. Psikoloji okuyan ancak futbol sebebiyle bırakan, 4 dili akıcı bir şekilde konuşabilen (İngilizce, Fransızca, Flemenkçe, Svahili) Origi, özgüvenini yitirmiş de olsa Salahlı, Firminolu, Maneli kadroda kendine yer bulmak için çalışmaya devam etti. Bu konuda kendisine en çok yardım eden şeyin psikoloji üzerine yaptığı araştırmalar olduğunu söyleyen Origi, bir röportajında, “Futbolcu olmasam psikolog olurdum.” demişti.

Futbolun unutulan, gözden çıkarılan ve bir daha esamesi okunmayacak olan futbolcuları arasına karışabilirdi. Fakat hem Klopp’un onda gördüklerini tüm dünyaya göstermek istemesi, hem de Origi’nin mental anlamda sağlam kalarak durmadan kendini geliştirmesi, Barcelona karşısındaki mucizevi geri dönüşün en büyük yapı taşlarını oluşturdu. Tabii, ondaki yeteneği ilk önce gören Brendan Rodgers’ı da unutmamak lazım.

İstatistiklerine baktığınızda bu sezon Liverpool ile yalnızca 12 lig, 8 Şampiyonlar Ligi maçına çıktığını görürsünüz. Hepi topu ligde 3, Avrupa’da da 3 gol kaydeden bu oyuncunun her şey imkansız göründüğü zamanlarda boy göstermesi, uzun boylu olmasından kaynaklanmıyor elbette. Buna bir diğer örnek de ligin bitimine 1 hafta kala Newcastle United ile 86. dakikaya kadar 2-2 devam eden maçın galibiyet golünü attığı maç olabilir. Tribünlerin sahaya inmesi an meselesiydi!

Origi’nin inanç ve dirayetini, oyuna olan adanmışlığını yine onun sözleriyle anlamak gerek. Avrupa’da oynayan ilk Kenyalı futbolcu olduğu düşünülen Origi’nin babası Mike Okoth Origi, oğlunun gözünde her zaman bir idoldü. Origi, babası için söyledikleriyle şu an geldiği noktayı çok güzel özetliyor.

“Küçükken babamın ne kadar disiplinli bir futbolcu olduğunu görürdüm. Oyuna her şeyini verirsen, oyunun da sana illa ki bir şeyleri geri vereceğini ondan öğrendim.”

El Clasico’nun külleri ve körükleri

Neredeyse tüm dünyayı tek bir olay etrafında buluşturmak pek de kolay değil. Ama 21. yüzyılda bunu yapmanın en kolay yolu El Clasico olabilir.

El Clasico da tıpkı diğer derbiler gibi yerel bir rekabetten doğdu. Ancak onlar gibi belli sınırlar içinde kalmakla yetinmedi ve bardaktan taşan su misali dört bir yana yayıldı. Bu derbiyi diğerlerinden ayıran en büyük özelliği ise sıradan bir rekabetten fazlası olması. Politik kavgalardan toplumsal mücadelelere uzanan El Clasico’nun tarihine bir göz atmakta fayda var.

İspanya tarihinin kanlı sayfalarına adını dev puntolarla kazıyan Francisco Franco, elini futboldan da uzakta tutmadı. 1936’da başlattığı ayaklanmanın zaferini 1939’da eline geçirdiği andan itibaren kendisine karşı duran her şeyden acısını çıkardı. Bunların arasında Barcelona Futbol Kulübü’nün başkanı Josep Sunyol da vardı.

Katalan bir aileden gelen, avukat, politikacı ve gazeteci kimliği olan Sunyol, 1935’te Barcelona’nın başkanı olarak seçilmeden önce siyasetin bir hayli içindeydi. Miguel Primo de Rivera’nın diktatörlük döneminde Katalan dilinin kullanımı ve bayrağı yasaklanmıştı ve bölgesel milliyetçiliğe izin verilmiyordu. Barcelona’nın o dönemki stadı Les Corts, politik anlamda büyük bir önem arz ederken Rivera oraya el atmış ve 1924’te stadı 6 aylığına kapatmıştı. Kurucu Joan Gamper ülkeden sürülmüştü ve tam bu noktada Sunyol kritik bir karar alarak Barcelona’ya katıldı. 1928’de sportif direktör oldu ve ardından Katalan halkının sesi olan; ayrıca futbola da önemli bir öncelik ayrılan ‘La Rambla’ isimli solcu bir gazete çıkardı. 1929’da Wall Street iflasıyla beraber diktatör rejimi de son buldu. 1935 yılına gelindiğindeyse Sunyol kulüp başkanlığını kazandı.

Sunyol başkanlığını ekonomik ve politik sıkıntılar çerçevesinde sürdürürken 1936’da iç savaş patlak verdi. Takım öylesine hazırlıksız yakalanmıştı ki teknik direktör İrlanda’da, oyuncuların bir kısmı Güney Amerika’daydı. Ancak Barcelona, futbol oynamaya bir şekilde devam edilmesi gerektiğine karar vermişti. Bunlar yaşanırken Sunyol bir seyahati sırasında, Madrid’de, Franco’nun askerleri tarafından yakalandı ve sonrasında da idam edildi.

Rekabetin ateşini harlayan gelişmeler birbirini takip etti. Bunların başında 1943’te Franco’ya ithafen düzenlenen Copa del Generalissimo’da Real Madrid ve Barcelona arasındaki çeyrek final maçları geliyor. Barcelona ilk maçı evinde 3-0 kazandı. Madrid’deki rövanş maçına ise Barcelona taraftarının girmesi yasaklandı. Madrid 10 kişi kalan Barcelona’ya karşı ilk yarıyı 8-0 önde kapattı ve Barcelona oyuncuları hakem hataları ve saha koşulları sebebiyle ikinci yarıya çıkmayı reddetti. Rivayete göre Franco’nun askerlerini devreye girerek soyunma odasında Barcelonalı futbolcuları tehdit etti ve sahaya çıkmaya zorladı. Maç 11-1 Real Madrid üstünlüğüyle sonuçlandı.

Yön verenler: Kubala ve Di Stefano

Gelelim El Clasico’nun Ladislao Kubala ile Alfredo di Stefano sayfasına.

Macaristan’dan İtalya’ya gelen eşi ve hasta oğlunun yanında kalmayı tercih ederek 4 Mayıs 1949’da “Il Grande Torino”yu yok eden Superga uçak kazasında bulunmayan Ladislao Kubala, Barcelona tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak gösterilir ve Camp Nou dışında da heykeli vardır.

Kazanın ardından Macaristan Futbol Federasyonu, Kubala’yı sözleşme ihlali, ülkeyi izinsiz olarak terk etme ve askerlik görevini yerine getirmeme gerekçeleri ile suçlamıştı. FIFA’da bu suçlamalara destek olmuş ve Kubala’yı 1 yıl futboldan men etmişti. 3 ayrı ülkenin milli takımında oynayan Kubala (İspanya, Macaristan ve Çekoslovakya), toplama bir göçmen takımı kurduğu 1950’li yıllarda Santiago Bernabeu tarafından bizzat takip edilmişti. Kubala, Real Madrid’den gelen teklife karşılık kayınbiraderi Daucik’in de antrenör olarak alınmasını talep etmişti. Ayrıca kendisi ile ilgilenen Barcelona’nın da farkındaydı.

Öyle ya da böyle, sonunda imza attığı takım Real Madrid değil Barcelona oldu.

Barcelona’nın Kubalası oldu; Real Madrid’in ise Alfredo di Stefano’su. Üstelik neredeyse Barcelona’ya gidecekken.

Real Madrid’in köklü tarihinde Alfredo di Stefano’nun büyüklüğü tartışmaya kapalıdır. Futbol kariyerine 17 yaşında River Plate çatısı altında başlayan di Stefano, 1949’daki futbolcu grevi sebebiyle Kolombiya ekibi Millonarios of Bogota’ya gitmek zorunda kalır. Ancak oyuncunun bonservisi hala River Plate’dedir.

Millos’tayken birkaç takım arkadaşı ile Real Madrid’e karşı bir dostluk maçına davet edilen Di Stefano, başkan Bernabeu’nun dikkatini çeker. Ancak Barcelona daha önce davranır ve 1953’te Di Stefano ile el sıkışır ve kulübü River Plate ile anlaşma sağlar. Fakat bu transferin resmileşmesi için Millos’un da onayı gerekir ve bu yüzden İspanya Futbol Federasyonu bu transferi tanımaz. O esnada devreye giren Bernabeu ise Millos ile irtibata geçer ve Di Stefano’yu Real Madrid’e getirmeye ikna eder. Mayıs 1953’te federasyondan şöyle bir karar çıkar: İkisini Madrid’de ikisini Barcelona’da olmak üzere Di Stefano, İspanya’da 4 yıl geçirecektir.

Barcelona bu karara karşı çıkar ve o dönemdeki kulüp başkanı Marti Carreto istifaya zorlanır. Di Stefano ile yapılan kontrat parçalanır ve oyuncunun Madrid yolu açılır. Bir rivayete göre ise Di Stefano’nun Madrid’e gidişinde General Franco’nun da bir rolü olduğu yönündedir. 23 Eylül 1953’te Nancy takımına karşı Real Madrid formasıyla ilk maçına çıkan Di Stefano, bir ay sonra 5-0 kazandıkları ilk El Clasico’sunda 4 kez ağları bulur.

Gerisini biliyorsunuz. İngilizler’in deyimi ile: The rest is history.

Jürgen Klopp: Belki hayal görüyorumdur

Bazı insanlar futbolun ölüm kalım meselesi olduğuna inanırlar. Sizi temin ederim ki, Jürgen Klopp aynı fikirde değil.

Profesyonel sporcu ve antrenörlerin hikayelerini direkt olarak kendilerinin aktardığı The Players’ Tribune platformunda sahne sırası Jürgen Klopp’un.

Liverpool’un 52 yaşındaki Alman çalıştırıcısı, kariyerindeki gerçekliklerden yola çıkarak futbolun kendisi ve başkaları için ne anlama geldiğini aktarıyor. Bunun için ihtiyaç duyduğu tek şey, boş bir sayfa.

“Biraz utanç verici bir hikayeyle başlamalıyım çünkü dış dünyanın futbolculara ve teknik direktörlere tanrıymış gibi bakmalarından korkuyorum. Bir Hristiyan olarak tek bir Tanrı’ya inanıyorum ve sizi temin ederim ki Tanrı’nın futbolla bir ilgisi yok. Gerçek şu ki hepimiz sık sık başarısız oluruz. Ve ben de genç bir teknik direktörken çok başarısız olmuştum.

Bu da o hikayelerden biri.

Öncelikle 2011’de dönmemiz lazım. Borussia Dortmund, Bayern Münih ile oynayacaktı. Büyük bir lig maçıydı. Münih’te yaklaşık 20 yıldır kazanamamıştık. Filmlerden çok ilham alan biriyimdir. Bu yüzden ne zaman oyuncularımı motive etmeye ihtiyaç duysam aklıma ilk olarak Rocky Balboa gelir. Bence Rocky 1, 2, 3, ve 4 filmlerini tüm okullarda izletmeliler. Tıpkı alfabeyi öğrenmek gibi bir şey olmalı. Eğer bu filmleri izledikten sonra içinizden dağa tırmanma hissi gelmiyorsa; o zaman sizin bir sorununuz var demektir.

Neyse, Bayern maçından önceki gece tüm oyuncuları takım konuşması için otelde topladım. Çocukların hepsi oturuyordu. Işıklar kapalıydı. Onlara durumun ciddiyetinden bahsettim: “Dortmund en son Münih’te kazandığında birçoğunuzun altında bez vardı.”

Sonra Rocky 4’ten bazı sahneleri ekrana yansıttım. Ivan Drago’nun olduğu bir sahne. Tam bir klasik bana göre.

Drago koşu bandında ve bilgisayara bağlı. Bilim adamları da onu test ediyor. Hatırladınız mı? Çocuklara, “Görüyor musunuz? Bayern Münih aslında Ivan Drago. Her şeyin en iyisi. En yüksek teknoloji ve en iyi makineler onlarda. Ve Ivan Drago gibi durdurulamazlar!” dedim.

Sonra Rocky’nin Sibirya’daki küçük ağaç evinde antrenman yaptığı sahne geldi. Çam ağaçlarını kesip karla kaplı kütükleri taşıyor ve dağın tepesine kadar koşuyor. Sonra çocuklara döndüm ve şöyle dedim: “Görüyor musunuz? Bu da biziz. Biz Rocky’iz. Daha ufağız, evet. Ama tutkumuz var! Bir şampiyonun yüreğine sahibiz. İmkansızı başarabiliriz!”

Böyle böyle devam ettim ve bir noktada çocukların nasıl tepki vereceğine baktım. Sandalyelerinin üstüne çıkmalarını, Sibirya’daki bir dağın tepesine çıkacak kıvama gelmelerini ve çılgına dönmelerini bekledim.

Ama hepsi öylece oturmuş, donuk gözlerle bana bakıyordu.

Bomboş ifadelerle. Tamamen sessizlik hakimdi.

“Bu deli ne anlatıyor?” der gibi bakıyorlardı yüzüme. Sonra durdum ve, “Rocky 4 ne zaman çıkmıştı? 1980 falan mıydı? Bu çocuklar ne zaman doğmuştu?” diye düşündüm.

En sonunda, “Bir dakika çocuklar. Rocky Balboa’nın kim olduğunu bilen elini kaldısın” dedim. Sadece iki kişi ellini kaldırdı: Sebatian Kehl ve Patrick Owomoyela. Geri kalanlar “Hayır hocam, üzgünüm” dedi.

Tüm konuşmam boşa gitmişti! Sezonun en önemli maçı buydu. Belki de bazı oyuncular için hayatlarının en büyük maçıydı. Ama hocaları karşılarına geçmiş, 10 dakikadır Sovyet teknolojisinden ve Sibirya’dan bahsedip duruyor! Hahaha, buna inanabiliyor musunuz?

Bütün konuşmama baştan başlamak zorunda kaldım

Bu yaşananların hepsi gerçek. Gerçek hayatta olup biten bu. Biz de insanız. Bazen kendimizi küçük düşürürüz. Futbol tarihinin en iyi konuşmasını yaptığımızı zannederiz ama aslında söylediklerimiz saçmalıktan ibarettir. Yine de bir sonraki sabah uyanıp hayatımıza devam ederiz.

Hikayenin en tuhaf tarafı da ne, biliyor musunuz?

Dürüst olmak gerekirse maçı kazanıp kazanmadığımızdan emin değilim. Ama 2011’de 3-1 kazandığımız maçtan önce bu konuşmayı yaptığımdan eminim ve bu kesinlikle daha iyi bir hikaye olurdu! Yine de %100 emin olamıyorum.

Sonuçları unutursunuz, hepsini birbirine karıştırırsınız. Ama o çocuklar ve hayatımın o günleri, o küçük hikayeler… Onları asla unutmayacağım. İnsanların futbolla ilgili her zaman anlayamayacağı bir şey bu.

FIFA Yılın En İyi Teknik Direktörü seçildiğim için onur duyuyorum ama elimde bir ödülle tek başıma koca bir sahnede durmaktan hoşlanmıyorum. Bu oyunda başardığım her şey, tamamen çevremdeki insanlar sayesinde mümkün oldu. Sadece oyuncularım değil; ailem, çocuklarım ve başından beri, ben çok sıradan bir insanken yanımda olan insanlar sayesinde.

20 yaşımdayken gelecekten biri gelse ve hayatımda olacakları bana söylese, açıkçası buna inanmazdım. Hatta eğer Michael J. Fox uçan kaykayıyla gelse ve olacakları bir bir anlatsa, bunun imkansız olduğunu söylerdim.

20 yaşımdayken hayatımı tamamen değiştiren bir şey tecrübe ettim. Henüz yeni baba olmuştum ama hala çocuktum aslında. Doğruya doğru, zamanlama mükemmel değildi. Amatör futbol oynuyordum ve üniversiteye gidiyordum. Okul masraflarını ödeyebilmek için sinema salonlarına film stoklayan bir depoda çalışıyordum. Gençler yanlış anlamasın, DVD’lerden bahsetmiyorum. Her şeyin makara filmler halinde olduğu 80’lerin sonundaydık. Kamyonlar sabah saat 6’da gelir ve yeni filmleri alırdı. Biz de büyük teneke kutuları yükleyip boşaltırdık. Çok ağırlardı. Ben-Hur’daki gibi 4 makaralı filmler gelmesin diye dua ederdik; aksi takdirde o gün kötü bir gün olurdu.

Her gece 5 saat uyur, sabahları depoya gider, günün geri kalanında okulda olurdum. Akşamları idmana gider, sonrasında eve gelip oğlumla vakit geçirmeye çalışırdım. Çok zor günlerdi; ama bana hayatın gerçeklerini öğretti. Genç yaşta çok ciddi bir insan haline geldim. Arkadaşlarım gece kulübüne gidelim diye arardı ve iliklerime kadar “Evet, evet, gitmek istiyorum” demek isterdim. Ama tabii ki de gidemezdim, çünkü artık sadece kendim için yaşamıyordum. Bebekler yorgun olduğunuzu ve öğlene kadar uyumak istemenizi umursamazlar.

Dünyaya getirdiğin küçük bir insanın geleceği hakkında endişelendiğinde, bu gerçek bir endişedir, gerçek bir zorluktur. Futbol sahasında olan hiçbir şey bununla kıyaslanamaz.

Bazen insanlar bana neden sürekli gülümsediğimi sorar. Kaybettiğimiz bir maçtan sonra bile gülmeye devam ederim. Çünkü oğlum dünyaya geldiğinde futbolun hayat memat meselesi olmadığını anladım. Hayat kurtarmıyoruz. Futbol, acı ve nefret saçan bir şey olmamalı. Futbol, özellikle çocuklar için bir eğlence ve ilham kaynağı olmalı.

Küçücük yuvarlak bir topun, birçok futbolcumun hayatını nasıl değiştirebileceğini gördüm. Mo Salah, Sadio Mane, Roberto Firmino ve oğlum gibi olan pek çok oyuncumun bireysel yolculukları kesinlikle inanılmaz. Onların aşmak zorunda olduğu şeylerle kıyaslandığında, genç Klopp’un Almanya’da yaşadığı sıkıntılar hiçbir şey değildi.

Öyle günler oldu ki her şeyden kolayca vazgeçebilirlerdi; ama pes etmeyi reddettiler.

Onlar Tanrı değiller. Onlar, sadece hayallerinden asla vazgeçmeyen çocuklar.

Bence futbolun %98’i, başarısızlık ile baş etmek ve ertesi gün oyundan zevk alıp hala gülümseyebilmekle ilgili.

En başından beri hatalarımdan ders alıyorum. Birincisini asla unutmayacağım. 10 yıl boyunca futbolculuğunu yaptığım Mainz’de, 2001 yılında göreve geldim. Sorun şu ki oyuncular hala arkadaşımdı. Ama bir gecede onların patronu olmuştum. Hala bana “Kloppo” diyorlardı.

İlk maçın kadrosunu duyurmam gerektiğinde, her oyuncunun yüzüne söylememin doğru olacağını düşündüm.

Ama gördüm ki bu çok kötü bir planmış; çünkü oyuncular iki kişilik odalarda kalıyordu.

Tahmin edersiniz ki bir odaya girdiğimde iki oyuncuyla birden konuşuyordum. Birine “Sen yarın ilk 11’desin” diyor; diğerine de “Ne yazık ki yarın sen ilk 11’de değilsin” diyordum. Diğer oyuncu bana “Neden” diye sorduğu zaman planımın ne kadar aptalca olduğunu anlamıştım.

Çoğu zaman bir cevabım yoktu. Tek gerçekçi cevap, “Sadece 11 oyuncuyla başlayabiliriz” oluyordu. 9 odada 18 oyuncu olduğu için maalesef aynı konuşmayı 8 kere daha yapmam gerekiyordu. Bir odada iki oyuncu: “Sen 11’desin, sen değilsin.”

Her seferinde de aynı soru: “Ama Kloppo, neden?”

Hahahah! Dayanılmazdı!

Bu, teknik direktör olarak birçok kez b.ka bastığım anların sadece birincisiydi. Ne yapabilirsiniz ki? Elinize bir peçete alır ve temizlerken bundan ders çıkarmaya çalışırsınız.

Eğer bana hala inanmıyorsanız şunu düşünün: Bir teknik direktör olarak en büyük zaferim bile bir felaketten doğdu.

Geçen sezon Şampiyonlar Ligi’nde Barcelona’ya 3-0 kaybetmek, akıllara gelecek en kötü sonuçtu. Rövanş maçı için hazırlandığımızda yaptığım takım konuşması çok basitti. Bu sefer Rocky falan yoktu. Çoğunlukla taktik konuştum. Ama aynı zamanda onlara gerçeği de söyledim: “Dünyanın en iyi 2 santrforu olmadan oynamak zorundayız. Dışardakiler bunun pek mümkün olmadığını söylüyor.  Dürüst olalım, bu muhtemelen imkansız. Ama bu siz olduğunuz için mi imkansız? Hayır, esas siz olduğunuz için bir şansımız var.”

Buna gerçekten inandım. Futbolcu olarak sahip oldukları teknik yeteneklerden ötürü değildi. Bu inancım, insan olarak kim oldukları ve hayatta üstesinden geldikleri şeylerle ilgiliydi.

Ek olarak söylediğim tek şey şuydu: “Eğer başarısız olursak, o zaman en güzel şekilde başarısız olalım.”

Elbette benim için bunları söylemek çok kolay. Ben, kenar çizgiden bağıran adamım. Oyuncuların bu söylenenleri gerçekten yapabilmesi çok daha zor. Ama o çocuklar ve Anfield’daki 54 bin insan sayesinde imkansızı başardık.

Futbolla ilgili güzel olan şey, hiçbir şeyi yalnız yapamıyor olmanız. İnanın bana hiçbir şeyi.

Maalesef, Şampiyonlar Ligi tarihinin en muhteşem anını tam anlamıyla göremedim. Belki bir futbol menajerinin hayatı için güzel bir metafordur, bilmiyorum. Ama Trent Alexander-Arnold’un saf bir dehalık örneği sergilediği o anı tamamiyle kaçırdım.

Topun kornere çıktığını gördüm.

Tren’in korneri kullanmaya gittiğini, Shaqiri’nin de onu takip ettiğini gördüm.

Ama sonra kulübeye döndüm çünkü değişiklik yapacaktık. Asistanımla konuşuyordum ve…Aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor… Sadece gürültüyü duydum.

Sahaya döndüm ve topun ağlarla buluştuğunu gördüm.

Kulübeye döndüm ve Ben Woodburn’e baktım. “Az önce ne oldu?!” dedi. “Hiçbir fikrim yok!” dedim.

Anfield adeta çılgına dönmüştü. Asistanımı çat pat duyabiliyordum, “Hala oyuncu değiştirecek miyiz?” diye bağırıyordu.

Hahahaha! Bu söylediğini asla unutmayacağım, hep benimle kalacak. Düşünebiliyor musunuz? 18 yılllık teknik direktör, milyonlarca kez izlenmiş bir maç… ve ben, bir futbol sahasında yaşanmış en kurnazca olayı kaçırdım. O geceden beri Divock’un golünü 500 bin kere falan izlemişimdir. Ama canlı olarak sadece topun ağlara değdiği anı görebildim.

Maç sonrası odama gittiğim zaman biradan bir yudum bile alamadım. İhtiyacım yoktu. Elimde bir bardak suyla öyle sessizce oturup gülümsedim. Kelimelere dökemeyeceğim bir duyguydu. Eve döndüğümde ailem ve arkadaşlarım büyük bir parti moduna girmişti. Ama ben duygusal olarak o kadar yorgundum ki kendimi yatakta buldum. Vücudum ve beynim tamamen boşalmıştı.

Hayatımın en iyi uykusunu uyudum.

Bir sonraki sabah uyanıp yaşananların gerçek olduğunu fark etmek muhteşem bir histi.

Benim için sinemadan daha ilham verici olan tek şey futbol. Sabah uyanıyorsunuz ve sihrin gerçek olduğunu görüyorsunuz. Drago’yu gerçekten alt etmişsiniz. Bu gerçekten yaşanmış.

Haziran ayında aldığımız kupayla Liverpool sokaklarında gezdiğimizden beri bunu düşünüyorum. O gün hissettiklerimi tarif edecek tek bir sözüm yok. Liverpool şehrinde daha fazla insan olamazdı herhalde. Otobüsteydik ve ne zaman törenin biteceğini zannetsek sokağı döndüğümüzde yanıldığımızı anlardık, tören devam ediyordu. Kelimenin tam anlamıyla olağanüstüydü. Tüm o duyguları, heyecanı, havadaki o sevgiyi bir şişeye koyabilseniz dünya daha güzel bir yer olurdu.

O duyguları aklımdan bir türlü çıkaramadım. Hayatımdaki her şeyi bana futbol verdi. Ben de bunları dünyaya geri vermek için elimden gelenin fazlasını yapmak istiyorum. Benim için söylemesi kolay elbette.

Peki, gerçekten nasıl bir fark yaratabilirsiniz?

Geçtiğimiz yıl, Juan Mata, Mats Hummels, Megan Rapinoe ve diğer birçok futbolcunun Common Goal (Ortak Hedef) hareketine katıldığını görmek beni çok etkiledi. Yaptıkları işi bir görseniz, sahiden inanılmaz. 120’den fazla oyuncu, dünya çapındaki futbol sivil toplum kuruluşlarını güçlendirmek için kazançlarının % 1’ini bağışladı. Güney Afrika, Zimbabve, Kamboçya, Hindistan, Kolombiya, İngiltere, Almanya ve diğer birçok ülkedeki gençlik futbol programlarını desteklemeye yardımcı oldular.

Bu, sadece dünyanın en zengin futbolcularına özel bir şey değil. Kanada Kadın Milli Takımı’nın ilk 11’inin tamamı bu harekete katıldı. Japonya, Avustralya, İskoçya, Kenya, Portekiz, İngiltere ve Gana’dan futbolcular da katıldı. Bundan nasıl etkilenmezsiniz? Futbolun olayı bu işte.

Ben de bunun bir parçası olmak istiyorum. Bu yüzden yıllık gelirimin %1’ini Common Goal’e bağışlıyorum ve umarım futbol dünyasındaki diğer birçok insan da bana katılır.

Dürüst olalım arkadaşlar. Biz son derece şanslıyız. Hayatlarında bir umut ışığına ihtiyaç duyan tüm dünyadaki çocuklara bir şeyleri geri verebilmek, ayrıcalıklı insanlar olarak bizim sorumlululuğumuz.

Gerçek problemlerimiz olduğu günleri unutmamamız gerek. İçinde yaşadığımız bu balon, gerçek bir dünya değil. Üzgünüm ama futbol sahasında olan hiçbir şey gerçek bir problem değil. Bu oyunun para ve kupalardan daha büyük bir amacı olmalı, haksız mıyım?

Hepimiz bir araya gelsek ve dünyada pozitif bir fark yaratabilmek için kazandıklarımızın %1’ini bağışlasak, neler yapabileceğimizi bir düşünün.

Belki ben yaşlı, çılgın bir hayalperestim.

Ama bu oyun kimin için var?

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki bu oyun, hayalperestler için var.”

Bu yazıyı orijinalinden okumak için tıklayın! (The Players’ Tribune)


Ronaldo nasıl bu kadar yükseğe sıçrayabiliyor?

Cristiano Ronaldo’nun havada asılı kaldığına dair milyonlarca şahidi var. Peki bunu nasıl başarıyor?

Serie A’nın 17. haftasında Juventus, Sampdoria’yı 2-1 mağlup etti. Bunda tuhaf olan hiçbir şey yok. Ama 45. dakikada yaşananlar, görenleri bir hayli dehşete düşürdü. Çünkü yerçekimi ile dalga geçen biri vardı.

Alex Sandro’nun arka direğe yaptığı ortada dizlerini Sampdoria stoperi Nicola Murru’nun baş hizasına kadar getirerek yükselen Cristiano Ronaldo, kafa golüyle takımına galibiyeti getirdi. O anı az 15 kere izlemiş biri olarak bu golü nasıl attığını, havada neredeyse 1.5 saniye nasıl asılı kaldığını hala mantığıma oturtturamadım. Eminim bu konuda yalnız değilimdir. Fakat bu durum, Chichester Üniversitesi’ndeki araştırmacılar için pek de şaşılacak bir şey değil. Yani, artık değil. Zira onlar da bir dönem çok şaşırmış ve bu konunun üzerine gitmişlerdi.

Deneyler dizisi

2011 yılında Ronaldo, otomotiv yağları üreten bir firmanın reklam/belgesel tadında bir filminde bir dizi biyomekanik testine tabi tutulmuştu. O testlerin ardından üzerine ‘uzaylı’ etiketi yapıştırılmıştı hatta. Ama bizim odak noktamız sıçrayışı üzerine yapılan testler.

Portekizli yıldızın boyu 1 metre 87 santimetre. Yapılan testlere göre durduğu zaman sıçradığında 44 santimetre yükselebiliyor. Boyunu da hesaba kattığımızda Ronaldo, 2 metre 31 santimetre yüksekliğine çıkabiliyor. Fakat aksiyon halindeyken durum biraz daha farklı.

Testin bir diğer aşamasında koşarak sıçrayan Ronaldo’nun 78 santimetre yükselebildiği (Ortalama bir NBA oyuncusundan 7 cm daha fazla); yani toplamda 2 metre 65 santimetre yüksekliğine çıkabildiği saptandı. Tamam, buraya kadar sıçrayabiliyor; peki havada asılı kalma durumunu nasıl açıklayacağız? Cevabı Dr. Neil Smith’te.

Bu testlerin ışığında Smith, Ronaldo’nun sıçrarken dizlerini bükerek kalçasının altına doğru kıvırmasının alçalma hızını yavaşlattığı sonucuna varıyor. Bu da ağırlık merkezini yükselterek havada asılı kalmış etkisini veriyor. Ayrıca Ronaldo sıçrarken 5 g kuvvetine* maruz kalıyor; bir astronotun roketin kalkışı esnasında hissettiği ile neredeyse eşdeğer.

Yine de tüm bunlar anlık gelişen şeyler değil. Hepsi birer çalışmanın ürünü.

*G kuvveti: G Kuvveti, İngilizce’deki “gravitational” kelimesinden gelen bir terimdir. Akselerometre adlı cihazla ölçülebilen G Kuvveti, herhangi bir cismin maruz kaldığı fiziksel etkiyle ağırlık değeri üretmesine verilen addır. Hızlanmayı belirtir.

“Miras değil alın teri”

Bazıları Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi’yi karşılaştırırken şöyle bir argüman geliştirir; ki çok da yanlış bir bakış açısı değildir: “Messi doğuştan yetenekli, Ronaldo ise performansını çok çalışmasına borçlu.”

Doğuştan yeteneği belirlemek pek de kolay bir şey değil. Ancak Ronaldo’nun çalışma disiplini herkes tarafından bilinir. Birçok başarısı gibi üzerinde konuştuğumuz kafa golü ve sıçramalarını da ilk olarak bu çalışmalara borçlu. Bugüne kadar formasını giydiği tüm kulüplerde hem teknik direktörleri hem de takım arkadaşları tarafından defalarca dile getirilen bir durum zaten. Örneğin Sir Alex Ferguson şöyle söylemişti: “Ronaldo’nun inanılmaz bir futbol tutkusu var. Her antrenmanı dört gözle bekliyor. Her zaman daha iyi olmak ve kazanmak istiyor. Benim dönemimde kendini en çok geliştiren isim oydu. Şut tekniği, sağ ve sol ayak vuruşları, kafa golleri ve dengesi üzerine istikrarlı bir şekilde çalışırdı.”

Şimdiki takım arkadaşı Douglas Costa da farklı düşünmüyor: “Ronaldo kadar antrenman yapmak imkansız. Biz sahaya geldiğimizde o çoktan çalışmaya başlamış oluyor. Oradan ayrılırken de hala çalışmaya devam ediyor oluyor. Hayatımda onun kadar çalışan bir futbolcu görmedim.”

Ronaldo’nun fiziğini düşündüğünüzde özel çalışmalar yaptığı bölgeleri görebilirsiniz: Karın ve bacaklar. Elbette sadece bunlarla kalmıyor. Sıçrama yaparken en çok ihtiyaç duyulan kasların başında gelen baldır ve uyluk kasları için de özel bir programı takip ediyor ve tüm bu çalışmalarını günlük olarak yapıyor. Havadayken yardımına koşan kasları ise karın kasları. Ayrıca havada kafa vuruşunu yaparken sırt, omuz ve boyun kasları da kuvvetli olmak zorunda. Son olarak inişini risksiz bir şekilde atlatmasını sağlayan da denge çalışmaları ve bacak kuvveti. Tüm bunların bilincinde olacak ki Sampdoria karşısında 128. kafa golüne ulaşabildi. Pilometrik ve ‘leg day’ antrenmanları da favorilerinden biri olarak düşünülebilir.

NOT : Ronaldo Juventus’a transfer olduğunda Diario AS, oyuncunun sağlık kontrollerinde çıkan raporundan şu bilgileri paylaşmıştı: Vücut yağ oranı %7. Ortalama bir profesyonel futbolcudan  %3 daha az. Kas ağırlığı ise %50.  

En yüksek 3 kafa golü

Bu testlerde Ronaldo’nun ulaştığı yükseklikler kayıtlara geçti. Ancak Ronaldo bu sayıların sabit kalmasına pek razı olmadı. Son olarak Sampdoria maçında 2 m 56 cm yüksekliğe ulaşan Ronaldo’nun kariyerindeki (hesaplanmış olanlar arasında) en yüksek 3 kafa golü şöyle:

3. Deportivo 2-8 Real Madrid | La Liga | 20.09.2014

Arbeloa’nın sağ kanattan ceza sahasına yaptığı ortada tam olarak penaltı noktasının üzerinde yükselen Ronaldo, maçın gol perdesini açtı. Tekrar ediyorum, penaltı noktası üzerinden kafa golü attı. Burada 2 m 60 cm yüksekliğe ulaşmasının yanı sıra kafayla kaleye gönderdiği topun kat ettiği 11 metrelik mesafe de önemli.

2. Portekiz 2-0 Galler | EURO 2016 | 06.07.2016

Portekiz Milli Takımı ile 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nı kazanan Ronaldo, yarı finalde Galler ağlarına gönderdiği kafa golünde 2 m 61 cm yüksekliğine ulaştı. Yani yaklaşık 74 santimetrelik bir sıçrama yaptı. Ek bilgi: Kaleden 17 santimetre daha fazla yükseğe çıktı. Topun ağlarla buluşma hızı ise saatte 71.3 km olarak belirlenmişti.

1. Real Madrid 1-1 Manchester United | Şampiyonlar Ligi | 13.02.013

Şampiyonlar Ligi’nde son 16 turu ilk maçında Real Madrid, sahasında Manchester United’a karşı. 20. dakikada Danny Welbeck’in golüyle ev sahibi 1-0 geriye düştü. Bu golden 10 dakika sonra Angel Di Maria’nın ortasında Cristiano Ronaldo kafa golüyle durumu 1-1’e getirdi ve maç bu skorla sonuçlandı. Ronaldo bu golü atarken tam 2 metre 89 santimetrelik yüksekliğe ulaştı! Akıl alır gibi değil.

BONUS : 2017-18 Şampiyonlar Ligi sezonunun çeyrek finalinde Real Madrid, Juventus ile oynadığı ilk maçı 3-0 kazanmıştı. O maçta Ronaldo’nun attığı rövaşata golüne hepimiz tıpkı Zinedine Zidane gibi tepki vermişizdir muhtemelen. Ronaldo’nun o golde ulaştığı yükseklik ise 2 m 60 cm idi. Not düşmeye değer.

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın